3 Nisan 2009 Cuma


Astor Pantaleón Piazzolla was born on March 11, 1921 in Mar del Plata, Argentina, only child of Vicente “Nonino” Piazzolla and Asunta Mainetti. In 1925, the family relocates to New York City until 1936 with a brief return to Mar del Plata in 1930.
In 1929, when Astor is 8 years old, his father gives him his first bandoneon which he had bought at a pawn shop for 19 dollars. Astor studies the bandoneon for one year with Andrés DÁquila and he makes his first record, Marionette Spagnol; a phonograph disk (non commercial) at the Radio Recording Studio in New York on 11/30/1931.
In 1933 he studies with the Hungarian pianist Bela Wilda, disciple of Rachmaninov, and of whom Astor would later say “With him I learned to love Bach”. Shortly thereafter, he meets Carlos Gardel who becomes a good friend of the family and with whom he takes part in the movie “El Dia Que me Quieras”, playing a brief part as a newspaper boy. This feature film plays a monumental role in the history of Tango.

Eğitim ve Toplumsal Değişme’ye İlişkin Birkaç Söz

Buraya kadar yapılan tartışmalardan şu açıkça görülmektedir ki; eğitimin iki karakteristik özelliği bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, eğitim bireyleri toplumun normlarına, değerlerine ve kurumlarına uyum sağlaması yolunda toplumsallaştırır. Bu bir çok açıdan doğaldır. Çünkü okullar devletin kurumları olarak hakim kültürün genç kuşaklara aktarılmasını sağlarlar. Hiç kimse normal olarak okulların bizim toplumsal değer ve kurumlarımızın karşısında olmasını bekleyemez. Dahası, eğer bir toplumda mevcut kültür ve kurumlar değişmeye ve gelişmeye açık ve demokratik ise kültürel yeniden üretim iyi birşeydir.

1-3 YAŞ DÖNEMİNDEKİ ÇOCUĞUN OYUN VE OYUNCAK ÖZELLİKLERİNİN GELİŞİM KURAMLARI İLE AÇIKLANMASI

Filiz ARSLAN*
* GATA Hemşirelik Yüksekokulu Çocuk Sağ. ve Has. Hem. ABD, Ankara
__________________________________________________________________________________________
ÖZET
Oyun sağlıklı bireylerin gelişiminde önemli bir
öğedir. Çocuğun isteyerek ve hoşlanarak yer aldığı
fiziksel, bilişsel, dil, duygusal ve sosyal gelişiminin
temeli olan oyun, gerçek yaşamın bir parçası ve
etkin bir öğrenme sürecidir. Yüzyıllar boyunca
kuramcılar tarafından incelenmiştir. Oyun ve oyuncak
özellikleri çocuğun gelişiminden etkilenirken,
onun gelişimine de etki etmektedir. Çocukta iki yaş
dolaylarında dramatik oyun başlar. Yetişkinin taklit
edilmesi ve yaratıcı öğeleri olan dramatik oyun
yoluyla çocuk, bağımlılık-bağımsızlık çatışmalarını
çözümler ve öz denetim kazanır. Ayrıca çevresinde
gördüğü ve yaşadığı olayları tekrarlayarak gerçek
yaşamda kendisine konulan sınırları dener ve doğruyanlış
kavramlarını pekiştirir. 2-4 yaş arasında
konuşma ve sembolik düşünce gelişir. Buna paralel
olarak çocuk, eşya ve değişik nesnelerle konuşur.
Sembolik oyun, çocuğun sorular sorup, yanıtlar
almasını sağlar. Sonuçta çocuğun düşünme sistemi
gelişir.
Anahtar Sözcükler: Oyun, çocuk gelişimi,
gelişim kuramları

Maria Montessori-Hayatı, Materyaller hakkında bilgi

Montessori Metodunun kurucusu olan Maria Montessori 31 Ağustos 1870 tarihinde İtalya Chiaravalle'de doğmuştur. 1896 yılında İtalya'nın ilk kadın doktoru unvanını alarak tıp fakültesini tamamlamıştır. Montessori bir bilim insanı olarak sahip olduğu özelliklerin dışında, bir kadın olarak da zamanının değer yargılarının ilerisinde yaşamış ve kadın hakları için mücadele etmiştir. İtalya'nın ilk kadın doktoru olarak, 1896'da Berlin ve 1900'de Londra'da iki kadın konferansında İtalya'yı temsil etmek için seçilmiş ve bu konferanslarda kadınlara eşit ücret için çağrı yapmıştır. Üniversiteden mezun olduktan sonra asistan doktor olarak atandığı Roma Psikiyatr kliniğinde zeka özürlü çocuklarla çalışmıştır. 1899 yılında ise Roma'da zeka geriliği olan tüm çocukların yollandığı yeni orthophrenic okuluna yönetici olarak atanır. 1896 -1907 yılları arasında sağlık, antropoloji, felsefe, psikoloji ve eğitim çalışmalarını devam ettirir. 1907 de, Roma'nın San Lorenzo bölgesinde çalışan ailelerin çocuklarından oluşan 60 kişilik grupla çalışmak için üniversitedeki kürsüsünden ve tıbbî uygulamalarından vazgeçer. Burada ilk Casa dei Bambini'yi ya da Çocuklar Evi'ni kurar. 1907 yılından itibaren dünyanın bir çok ülkesinde Montessori metodu hakkında çalışmalar yürütmeye devam eder. 1922'de İtalya'da okul müfettişi olarak atanır. Fakat 1934'de Mussolini faşizmine muhalefetten dolayı İtalya'dan ayrılmaya zorlanır ve Barselona'ya gider. 1936'da İspanya Savaşı sırasında İngiliz gemisiyle kurtarılır. Aynı yıl evini Hollanda Laren'e taşır. 1940'da Hindistan 2. Dünya Savaşına girdiğinde, O ve oğlu Mario düşman yabancılar olarak göz altına alınır , . 2. Dünya Savaşı boyunca Montessori'nin Hindistan'dan ayrılmasına izin verilmez ve bu zamanı bebekleri araştırmak ve gözlemlemekle geçirir.1946 yılında Hindistan'dan Hollanda'ya döner. 1947'de ise Londra'da Montessori Merkezi'ni kurar. 1950 yılında UNESCO konferansına katılır. 1940, 1950 ve 1951'de Nobel Ödüllerine aday gösterilir. 1952'de Noordwijk Zee de Dutch sahilindeki bir köyde arkadaşlarının sahip olduğu bir evin bahçesinde otururken hayatını noktalar. Oğlu ve şef asistanı Mario ile Afrika'ya gidip gitmemeyi görüşüyorlardır. 80 yaşında birisi olarak seyahat için oldukça güçsüz olduğunu, bir başkasının onun yerine gidebileceğini ve konferans verebileceğini söyler. Bir saat sonra beyin kanamasından ölür. Her zaman öldüğü yere gömülmek istediği için Roma Noordwijk Katolik Mezarlığına gömülür. Bir eğitim emekçisi olarak, dünyanın bir çok ülkesinde konferanslar, eğitimler vermiş, kitaplar yazmış, yeni okullar ve öğretmen eğitim merkezleri açmış, bir yandan da çocukları gözlemlemeyerek kendi eğitimine devam etmiştir. Bir dünya vatandaşı olarak yaşamıştır. Dünya genelindeki çabalarının ürünü olarak metodu dünyanın bir çok ülkesinde uygulanmaktadır.

MATERYALLER....

Barış Eğitimi: Şiddet Zincirini kırmanın tek yolu...

Colman McCarthy adını içinizde duyan var mı, bilmiyorum. Ülkesi A.B.D.'de ünlü bir gazeteci yazar.1969-97 Yılları arasında başta Washington Post olmak üzere birçok gazeteye yazıyordu. Bugün gazetecilikten çok eğitimci olarak etkili.
Onu, 80'li yılların ortalarında Washington'da tanıdım. O sıralar "Süper Gücün Öteki Yüzü - Amerika'daki Evsizler" başlıklı bir dizi hazırlıyordum . Ondan yardım istemiştim. Seferber olup, önümde bir sürü kapı açmıştı. Colman McCarthy'nin Türkiye'ye ilgisi, 12 Eylül sonrasındaki Barış Deneği davasıyla daha da yoğunlaşmıştı. Çünkü o , bir barış eğitimcisiydi.
"Çocuklarımızı şiddetle beslenen bir kültürle yetiştiriyoruz, sonra da aralarındaki farklılıkları gidermek için neden yumruklara, silaha ya da saldırganlığa yöneldiklerine şaşıyoruz" diyordu. Bu düşünceden hareketle, evine en yakın orta okula seçmeli "şiddet karşıtı kültür" dersi önermiş ve kabul edilmişti. "İlk ders günü, belki 4-5 öğrenci gelir diye düşünüyordum ama 25 öğrenci geldi" diyordu o karşılaşmamızda.
O gün bugün yalnız orta okullarda değil, üniversitelerde de Barış dersi veriyor Colman McCarthy. Bu dersi verebilecek öğretmen yetiştiren "Barış Eğitimi Merkezi"nin de müdürlüğünü yapıyor.
New York'daki terörist saldırısından ve teröre savaş kararından sonra , Colman McCarthy, "San Fransisco Bay Guardian" gazetesinde Russell Mokhiber ve Robert Weissman'ın sorularını yanıtlarken alacağı tepkiden korkmuyordu:
Soru: Her on Amerikalıdan dokuzu, savaşa yol açsa bile sorumlu gruplara ya da ülkelere karşı askeri hareketten yana. Mantıklı tepki ne olmalı?
"Duygusal olarak böyle bir ortak tepki doğal ama mantıklı karşılık , Biz sizi affediyoruz , siz de bizi affedin olmalı."
Bizi ne için af edecekler?
"Yeryüzünün en şiddet yanlısı hükümeti olduğumuz için...Martin Luther King bunu daha 4 Nisan 1967'de söylemişti."
Bush ne yapmalı?
"A.B.D.'nin bundan sonra dünyanın en büyük silah satıcısı olmayacağını, SANİYEDE 9 bin dolara ulaşan askeri bütçeyi kısmaya başlayacağını söylemeliydi... Son 20 yılda Libya, Grenada, Panama, Somali, Haiti, Afganistan, Sudan, Irak ve Yugoslavya'yı bombaladık. Bu ülkelerin ortak iki özelliği var: Hepsi yoksul ve insanları çoğunlukla koyu renkli..."
Yani öteki yanağımızı mı çevirelim?
"Hayır ,o çok kolay. Barışçı olmak bir eylemdir, karşı koymaktır, şiddetle işbirliği yapmamaktır. Barışçı olmak kahramanlık ister. Silaha sarılmaktan, bomba atmaktan daha çok cesaret ister... "
"Bir çocuğu ya da karşınızdaki insanı dövdüğünüz vakit şunu diyorsunuz:'Senin düşünceni ya da davranış biçimini değiştirmek, ve bunu değiştirmek için fiziksel güç kullanacağım'. Şiddet, hiçbir zaman etkili olamaz. Olsaydı gezegenimizde barış çoktan sağlanmış olurdu."
Şiddet çemberini nasıl kıracağız?
"Cehalet zincirini kırdığımız gibi. İnsanları eğiterek... Çocuk okula başlarken iki iki daha dört ettiğini bilmez. Defalarca tekrarlarsınız ve öğrenir. Okuldan iki iki daha dört ettiğini öğrenerek çıkar. Ama 'göze göz'ün , hepimizin körleşmesi anlamına geldiğini öğrenmeden ayrılır okuldan... Eğer çocuklarımıza biz barışı öğretmezsek, bir gün birileri onlara şiddeti öğretir."
Bugün A.B.D.'deki 3 bin yüz üniversitenin yalnızca 70'inde "barış Dersi" olduğunu öğreniyorum aynı yazıda.
Bugüne dek bütün ülkelerin , bütün okullarında tarih dersi denince yalnızca savaşlar tarihini öğrendik. Ya barış tarihini öğrenseydik...
Bu köşede düş kurmak serbest... Hele bir düş gücünüzü kullanın: Farz edin yeryüzü Colman McCarthy gibi insanlarla dolu... Farz edin yalnız A.B.D.'nin üç bin üniversitesinde değil, yeryüzünün, benim ülkem de dahil olmak üzere, yeryüzünün tüm üniversitelerine, tüm orta okullarına, hele hele tüm ilkokullarına barış eğitimi konmuş...
Biliyorum, çok geç kaldık. Ama barış eğitimi için bir yerden başlamamız gerek...
Çocuklarımıza barışı öğretmezsek, nasılsa bir gün onlara birileri mutlak şiddeti öğretecek. Şimdiki gibi.

Zeynep Oral
Yazılar 2001
www.zeyneporal.com

Uluslararası İstanbul Müzik Festivali bir mucizedir!


İstanbul kenti, kendi başına bir mucizedir. Doğanın, tarihin, coğrafyanın biçimlendirdiği bir mucize...

Bu mucize kentin, dünyanın sayılı metropollerinden birine dönüşmesinde İstanbul Sanat ve Kültür Vakfı'nın çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum.

Bundan 30 yıl önce, bir avuç insanın düş kurması ve azmetmesiyle başlayan bir etkinlik gerçekleştirdi bu vakıf. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali. Sonra bu festivalden beş yeni festival üretti ve onları yaşamımıza kattı . Artık İstanbul'un Uluslararası Sinema Festivali (nisan) Uluslararası Tiyatro Festivali (Mayıs) Uluslararası Müzik Festivali (Haziran) , Uluslararası Caz Festivali (Temmuz) ve Uluslararası İstanbul Plastik Sanatlar Biyenali (Eylül) var.

Bu yıl otuzuncusu gerçekleştirilen Uluslararası İstanbul Müzik Festivali'nin belli başlı özelliklerini, satır başlarıyla şöyle sıralayabilirim:

Çağdaş, evrensel kültürün , geniş bir yelpazedeki en özgün ürünlerini sunması...

Niteliğinden asla ve asla ödün vermemesi... Farklı sanat alanlarının, farklı "ekol"lerin, farklı akımların , farklı disiplinlerin en kaliteli örneklerini sunması...

Başka ulusların, toplumların kültür birikimi ve değerleriyle , bizim kültürümüzü aynı potada bir araya getirerek , uygarlık bilincimizi geliştirir...

Geçmişten damıttığı birikimi geleceğe yönelik umuda dönüştürür...

Tüketici değil, üretkendir ; yaratıcılığı ve yaşamı savunur... İnsanı insan yapan değerleri yüceltir...

Bütün bu özellikleri göz önünde tutunca ben bu festivale de "mucize" demekten kendimi alamıyorum. İstanbul'a damgasını vuran, İstanbul'un kimliğini yücelten, kendi kimliğimizi yücelten , bizi çoğaltan bir mucize...

Bu akşam "30.Yıl Konseri"ne Rengim Gökmen'in yönettiği İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasını ve ülkemizin müzik dünyasına kazandırdığı on iki ünlü solisti dinleyeceğiz. Bu akşamı beklerken 30 yıl öncesinden bir öykü takıldı aklıma:

Sene 1973. Uluslararası İstanbul Festivali, ilk kez gerçekleştiriliyor. Program olağanüstü zengin. Programın "star"larından biri 2 resital, bir konser verecek olan Yehudi Menuhin.

Birinci resital Aya İrini'deydi. Yalnız Bach'ın eserlerinden oluşan bir programdı...İkinci resital Darüşşafaka Konser Salonu'ndaydı. . İdil Biret'le birlikte Beethoven'in piyano ve keman için bestelediği en ünlü sonatları yorumladılar...Gelelim üçüncüsüne:

Menuhin, Ayla Erduran ve Suna Kan, İstanbul Senfoni Orkestrası'yla birlikte Vivaldi'nin üçlü keman konçertosunu çalacaklardı. Ancak konser günü, müthiş bir panik! Korkunç bir şey oldu ! Orkestra partisyonunun notalarının kayıp olduğu ortaya çıktı. (Üstelik bu ikinci kayboluşuydu!) Konserin başlamasına birkaç saat vardı ve orkestranın çalacağı notalar ortada yoktu! Aydın Gün birkaç kez öldü dirildi ama hala notalar ortada yoktu. Sonunda birinin aklına parlak bir fikir geldi: İdil Biret'ten yardım istendi. Yine "Üç Keman Konçertosu" çalınacak, ancak orkestra partisyonunu İdil Biret piyanoda çalacaktı. Sanatçı seve seve yardıma koştu. Bütün bu hengamede Menuhin hep çok sakin,çok anlayışlı, çok güler yüzlüydü.

Bu plan gerçekleşmedi. Son anda notalar bulunda ve orkestra çaldı. İdil Biret de büyük bir alçak gönüllülükle orkestra arasında yerini aldı. Üç "kemancı" birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, birbirlerine gülerek, birbirlerine sevgiyle, saygıyla, hayranlıkla ve aşkla bağlanarak , ölümsüz yapıtı, bu barok mücevheri seslendirdi. Üçlü konçerto sona erdiğinde , sonu gelmeyen bir alkış koptu. İşte o zaman Menuhin , bütün akıllarda ve yüreklerde yer edecek inceliği gösterdi. Konsere solist olarak katılmadığı için gerilerde kalmaya çalışan İdil Biret'i elinden tutup iki keman virtüozumuzun Ayla Erduran ve Suna Kan'ın yanına getirdi . Kendi iyice kenara çekilip, bu üç genç kadının önünde yerlere dek eğildi. Salon ayağa kaktı. Üç sanatçımızı ilk kez bir arada alkışlıyorduk... 30 Yıl önceydi...

Uluslar arası İstanbul Müzik Festivaline daha nice otuz yıllar diliyorum.

8 Haziran 2002

Zeynep Oral - www.zeyneporal.com

Havada Müzik ve Öfke Var…

Havada müzik var, yüreklerde, dillerde müzik var, yaz aylarında her yerde müzik var…

Daha geçen akşam Bobby McFerrin ve vokalistlerinin, sazsız sözsüz, ama ağızlarından dökülen seslerle ritmi yakalayıp, havada birkaç perende attırıp , kendilerini bir caz orkestrasına ve hiç anlamı olmayan sesleri muhteşem bir müziğe dönüştürmelerine tanık olduk…

Havada müzik var…Ah şimdi ya da son bir aydır Antalya'da , Aspendos'ta olmak vardı. Hem bizden hem yabancı ülkelerden gelmiş operaları o büyülü mekanda, büyülü gecelerde dinlemek vardı. Bu akşam Aspendos Festivali'nin kapanış temsili olan "Bir Yaz Gecesi Rüyası"nı La Scala Balesi'nden izlemek vardı… (Güney'de bir yerlerdeyseniz, sakın kaçırmayın!)

Antalya… Adana…

Havada müzik var ama aynı zamanda öfke var, acı var, isyan var ve kahrolası inatlaşma var… Hele Antalya deyince…

Daha önce bu sayfalarda okudunuz: Antalya Senfoni Orkestrası, açıklanmayan nedenlerle kapatılmak isteniyor. Kapatılıp Antalya Opera ve Balesiyle birleştirilecekmiş…

Antalyalılar isyanda! Antalyalılar öfkeli! "Orkestramızı isteriz" kampanyası başlattılar. Kısa sürede binlerce imza topladılar.

Bu orkestranın nasıl kurulduğunu bilenler , 1995'de tohumları atılıp, 1997-98'de kuruluşundan bu yana göğüs gerdiği zorlukları , sürdürdükleri direnci ve dinleyicileri fethedişi bilenler kahroluyor bu karara. Devlet , kuruluşundan bu yana Antalya Senfoni Orkestrasına verdiği taahütleri yerine getiremediyse, suç Antalyalıların mı, yoksa orkestranın mı?
Çukurova Devlet Senfoni Orkastrası da kapatılıp, Mersin Devlet Opera ve Balesiyle birleştirilmek istendi. Ancak Adanalılar seferber olup orkestralarının kapatılmasını önlediler. Adana, tüm kurum ve kuruluşlarıyla, müzik severleriyle, Valisi ve Belediye Başkanıyla öyle bir tepki gösterdi ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrasını kapama kararını geri aldı.

Bu yazıyı yazdığım ana kadar Antalya'da on bin imzanın toplandığı söyleniyordu. Elbet doğru olup olmadığını bilemiyorum. Acaba hükümetin orkestralarla başlayıp, öteki sanat kurumlarını kapamaya yönelmesini, bu "temizlik" işini durdurmak için kaç imza yeterli olur dersiniz???

Üstelik ülkemizde konservatuarlardan yetişen sayısız genç görev beklerken , önlerinin açılmasını beklerken tam aksi yönde bir tutum, sanatsal kaygıdan öte toplumsal kaygılara da yol açıyor bende.
Ülkemizde "iyileştirmek", ya da "reform" adı altında alınan herhangi bir karar, yıkıcı, yok edici değil, ancak yapıcı olursa, o kararın ardında art niyet aranmaz. Aksi halde rotamızı karanlığa çevirdiğimiz duygusundan kurtulamıyorum.

"Sevgili Hocam…"

Tam Antalya Senfoni Orkestrası'nın geleceğine ilişkin korkular içindeyken elime ulaştı Edebiyat öğretmeni Haydar Göfer'in "Sevgili Hocam" kitabı. Yıllar içinde öğrencilerinin yazdığı mektuplardan oluşuyor bu güzelim kitap..

"Sevgili Hocam…" diye başlayan nice mektup… Kimi öğrencilerin kutsal görev sayıp yazdığı, kiminin derslerden, arkadaşlardan söz etmek, akıl danışmak, hasret ve özlem gidermek için, ama en çok düşüncelerini paylaşmak, sevgi ve saygılarını dile getirmek için yazdıkları mektuplar…

İçlerinden birini buraya almak istiyorum. 8 Mayıs 1964 'de Napoli'den, Kadri Kaynak Küçükpınar'ın hocasına yazdığı bir mektup:

"Sevgili Hocam,
En az benim kadar sizi de sevince ve gurura boğacak bir haberi müjdelemek istiyorum . Çarşamba akşamı buradaki opera evinde Donizetti'nin 'Roberto Devereux' oynandı. Kraliçe Elizabeth başrolünde Leyla Gencer oynuyordu. (…)

Çarşamba akşamı Leyla Gencer'i siz de dinleyecektiniz. Asırlık koca opera salonunu tıklım tıklım dolduran Napoli halkı , o akşam sanki çıldırmıştı hayranlıktan. Leyla Gencer'i kaç kere sahneye çıkardılar , kaç demet gül, karanfil attılar, hatırlamıyorum… O, artık dünyaya mal olmuş bir sanatkar.

Çarşamba akşamı aklımdan geçenleri anlatamam. Bir an her şeyi unutmuş , ben de o çıldırasıya alkışa katılmıştım, ama artık Leyla'yı alkışlamıyordum. Sanki sahneden halkı selamlayan o derin tebessüm, bir uzak ülkeden geliyordu. Bir an Mustafa Kemal önümüzdeydi; Leyla değil, Atatürk alkışlanıyordu.

O akşam duyduğum kör bir milliyet hissi değil, asırlardır bizi körelten yobaz peçeyi silip , Türkiye'yi bütün insanlığa mal eden Mustafa Kemal'in sevgisiydi.
Türk denince 'Barbar' diye yüz çeviren keferenin, bir Türk sanatkarını böyle çıldırasıya alkışlayışı, bizlerin Mustafa Kemal'e ne kadar borçlu olduğumuzun ifadesi değil mi?"

Mektup böyle sona eriyor… Tam da şu günlerde elime geçmesi ne rastlantı ama…

Teşekkürler Sayın Haydar Göfer , "Sevgili Hocam" kitabını bana ilettiğiniz için…


17 Temmuz 2004

Zeynep Oral - www.zeyneporal.com

Müzikle yaşamak, Müzikle Ölmek…

İstanbul muhteşem. İstanbul müthiş, İstanbul olağanüstü.İstanbul gibisi yok. Bu temmuz ayında İstanbul tepeden tırnağa müzik kesilmiş, kentin neresine dokunsanız ses veriyor!


Aynı hafta içinde hem sıra dışı Cecilia Bartoli’yi , hem caz tarihinde efsneleşmiş Nat King Cole’un kardeşi Freddy Cole’u; hem de Arild Andersen –Nana Vasconcelos- Kudsi Erguner üçlüsünü dinlemek, kime , dünyadaki hangi kente nasip olur ki!!! Ama burası İstanbul! Burada olur! Büyülü kent İstanbul , insanı müzikle şaşkına çevirir, müzikle uçurur! Teşekkürler bizleri müzikle yücelten İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ve tüm sponsorları… Teşekkürler “İstanbul Jazz Center”…

(Şehirler içinde bir şehir Beyrut…Nice acılar, nice ölümler, nice savaşlardan sonra küllerinden yeniden doğan Beyrut… Ora insanlarının aşkla, tutkuyla, amansız bir çabayla, azimle, tırnaklarıyla etleriyle, canlarıyla, rüyalarıyla umutlarıyla, geçmişin yaralarını sarıp yeniden inşa ettikleri şehir… İstanbul’umla kanatlanırken yüreğim, Beyrut için paramparçayım. Aczimin önünde her bir parçam ayrı acı çekiyor… Ne korkunç bir dünyada yaşıyoruz!)

Aya İrini’nin sahnesinde Cecilia Bartoli sadece soprano ve mezzo-soprano, çok renkli, çok geniş spektrumlu sesiyle değil, tepeden tırnağa tüm bedeniyle, saçının her teliyle, gözleriyle , bakışlarıyla, teniyle , teninin her zerresiyle, tüm kişiliğiyle ve en çok ta kalp atışlarıyla söylüyor. Yaşamı söylüyor. Acılarıyla, sevinçleriyle, gözyaşları ve kahkahalarıyla hayatı söylüyor… O söylerken, sesi, yüreğinin pırpırlarına dönüşüyor; sesi , soluk olup hepimizi sarmalıyor. O solukla kanatlanıyoruz… Sesi, “entrüman” (çalgı) olup, yeryüzünün en ince , en hassas “ayarıyla” , ruhlarımızı yüceltiyor… İç organlarıyla söylüyor, nabzıyla söylüyor… Bedenindeki ve sesindeki titreşimler, bizleri bir kez daha yeryüzünün harikuladeliğine, insanoğlunun olağanüstülüğüne inandırıyor. Onunki artık yorumculuk değil, yaratıcılık! İnsanın yaratıcı gücüyle coşuyoruz… Freiburg Barok Orkestrasının tüm elemanlarına gösterdiği sevgi ve saygı, onlarla kurduğu muhteşem ilişki, orkestranın her elemanını kucaklayışı, onları yüceltişi , alçakgönüllüğü, kişiliğini ortaya koyuyor. Zaten konser boyunca tüm izleyicileri de kucaklıyor…İyi ki yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum…

(Lübnan’da insanlar ölüyor. Parçalanmış çocuk bedenleri, anaların gözyaşları, dünya büyüklerine hiç bir şey ifade etmiyor. Her ülke kendi vatandaşlarını, cehenneme dönüşmüş Lübnan’dan bir an önce çıkarmaya, kaçırmaya uğraşırken, geride kalanları, kendi seçmedikleri, kendi istemedikleri, neden olmadıkları ölüm çemberine mahkum ediyor. Ya İsrail vahşetine, saldırganlığına ve bombalarına, ya da Hizbullah terörüne… )

Ortaköy’de, Freddy Cole piyanonun başında şarkılarıyla en çok aşkı söylüyor. Dinleyicileri “eski”lere götürüyor, unutulmaz bir gece yaşatıyor. Siyah ses geleneğinin, ağabeyinin dillerden düşmeyen şarkılarının ve farklı bestelerin izini sürüyor. Fizik olarak da Nat King Cole’e benziyor. Sanki onun yaşlısı. 70’inin üzerinde olmalı. “King” yaşlanmaya fırsat bulamamıştı. Freddy Cole’un ses rengi farklı , kendine özgü. Billie Holiday’i düşünmeden edemedim… Zaten, söylediği şarkılar içinde en çok alkış alanı , “Ben kardeşim değilim, ben , benim..”

(Yapmayın , etmeyin! Türkiye, İsrail değildir. Türkiye, İsrail olamaz, olmamalı! Milleti kışkırtmaktan vazgeçin! Şu sıralar başbakanından köşe yazarına, kim daha yüksekten atıp, oraya da gireriz buraya da diye Kurtlar Vadisi kahramanlarına özeniyor ve milleti galeyana getirip kışkırtıyorsa, daha çok alkış aldığının, daha “popüler” olduğunun farkında! Ama bu tutum, ne yitirdiğimiz gencecik çocukları geri getirir ne de terörü sonlandırır!)

Yine Aya İrini’deyim. Sahnede üç insan. Anadolu kültürünü , evrensel boyutlara taşıyan Kudsi Erguner, Norveçli ünlü caz Bascısı Arild Andersen ve Berzilyalı vurmalı sazlar “büyücüsü” Nana Vasconcelos… Yeryüzünün üç ayrı köşesinden gelip , ah nelerden, nerelerden geçerek ; birikimlerini damıta damıta bu sahnede buluşmuşlardı… Yeryüzünün, insanoğlunun ve yaşamın muhteşemliğini, sonsuzluğunu, o ortak duyguyu, yaratıcılığın gücünü, bizlerle paylaştırdıklarında , kimilerinin dilinde hiç anlam taşımayan “medeniyetler buluşması” işte bu olsa gerek diyordum. Her birinin kendi bestesine, öteki ikisinin uyumu ; kendilerinden kattıklarıyla, yetenekleriyle, ustalıklarıyla, yaratıcılıklarıyla tarihi ve coğrafyayı, zamanı ve mekanı yeniden yaratmaları keşke, ah keşke dünyaya örnek olabilse… Biz ölümlü dinleyicileri , sonsuz sevgi, barış, dayanışma, uyum, saygı, adil bir yaşam üzerine düşünmeye yönelttiler…

Yaşamla ölüm iç içe… Geçen hafta boyunca müzikle yaşama sarıldım. Öldürenleri, müzikle lanetledim.

23 Temmuz 2007- Cumhuriyet

Zeynep Oral - www.zeyneporal.com


Müzikle yaşamak, Müzikle Ölmek…

İstanbul muhteşem. İstanbul müthiş, İstanbul olağanüstü.İstanbul gibisi yok. Bu temmuz ayında İstanbul tepeden tırnağa müzik kesilmiş, kentin neresine dokunsanız ses veriyor!

Aynı hafta içinde hem sıra dışı Cecilia Bartoli’yi , hem caz tarihinde efsneleşmiş Nat King Cole’un kardeşi Freddy Cole’u; hem de Arild Andersen –Nana Vasconcelos- Kudsi Erguner üçlüsünü dinlemek, kime , dünyadaki hangi kente nasip olur ki!!! Ama burası İstanbul! Burada olur! Büyülü kent İstanbul , insanı müzikle şaşkına çevirir, müzikle uçurur! Teşekkürler bizleri müzikle yücelten İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ve tüm sponsorları… Teşekkürler “İstanbul Jazz Center”…

(Şehirler içinde bir şehir Beyrut…Nice acılar, nice ölümler, nice savaşlardan sonra küllerinden yeniden doğan Beyrut… Ora insanlarının aşkla, tutkuyla, amansız bir çabayla, azimle, tırnaklarıyla etleriyle, canlarıyla, rüyalarıyla umutlarıyla, geçmişin yaralarını sarıp yeniden inşa ettikleri şehir… İstanbul’umla kanatlanırken yüreğim, Beyrut için paramparçayım. Aczimin önünde her bir parçam ayrı acı çekiyor… Ne korkunç bir dünyada yaşıyoruz!)

Aya İrini’nin sahnesinde Cecilia Bartoli sadece soprano ve mezzo-soprano, çok renkli, çok geniş spektrumlu sesiyle değil, tepeden tırnağa tüm bedeniyle, saçının her teliyle, gözleriyle , bakışlarıyla, teniyle , teninin her zerresiyle, tüm kişiliğiyle ve en çok ta kalp atışlarıyla söylüyor. Yaşamı söylüyor. Acılarıyla, sevinçleriyle, gözyaşları ve kahkahalarıyla hayatı söylüyor… O söylerken, sesi, yüreğinin pırpırlarına dönüşüyor; sesi , soluk olup hepimizi sarmalıyor. O solukla kanatlanıyoruz… Sesi, “entrüman” (çalgı) olup, yeryüzünün en ince , en hassas “ayarıyla” , ruhlarımızı yüceltiyor… İç organlarıyla söylüyor, nabzıyla söylüyor… Bedenindeki ve sesindeki titreşimler, bizleri bir kez daha yeryüzünün harikuladeliğine, insanoğlunun olağanüstülüğüne inandırıyor. Onunki artık yorumculuk değil, yaratıcılık! İnsanın yaratıcı gücüyle coşuyoruz… Freiburg Barok Orkestrasının tüm elemanlarına gösterdiği sevgi ve saygı, onlarla kurduğu muhteşem ilişki, orkestranın her elemanını kucaklayışı, onları yüceltişi , alçakgönüllüğü, kişiliğini ortaya koyuyor. Zaten konser boyunca tüm izleyicileri de kucaklıyor…İyi ki yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum…

(Lübnan’da insanlar ölüyor. Parçalanmış çocuk bedenleri, anaların gözyaşları, dünya büyüklerine hiç bir şey ifade etmiyor. Her ülke kendi vatandaşlarını, cehenneme dönüşmüş Lübnan’dan bir an önce çıkarmaya, kaçırmaya uğraşırken, geride kalanları, kendi seçmedikleri, kendi istemedikleri, neden olmadıkları ölüm çemberine mahkum ediyor. Ya İsrail vahşetine, saldırganlığına ve bombalarına, ya da Hizbullah terörüne… )

Ortaköy’de, Freddy Cole piyanonun başında şarkılarıyla en çok aşkı söylüyor. Dinleyicileri “eski”lere götürüyor, unutulmaz bir gece yaşatıyor. Siyah ses geleneğinin, ağabeyinin dillerden düşmeyen şarkılarının ve farklı bestelerin izini sürüyor. Fizik olarak da Nat King Cole’e benziyor. Sanki onun yaşlısı. 70’inin üzerinde olmalı. “King” yaşlanmaya fırsat bulamamıştı. Freddy Cole’un ses rengi farklı , kendine özgü. Billie Holiday’i düşünmeden edemedim… Zaten, söylediği şarkılar içinde en çok alkış alanı , “Ben kardeşim değilim, ben , benim..”

(Yapmayın , etmeyin! Türkiye, İsrail değildir. Türkiye, İsrail olamaz, olmamalı! Milleti kışkırtmaktan vazgeçin! Şu sıralar başbakanından köşe yazarına, kim daha yüksekten atıp, oraya da gireriz buraya da diye Kurtlar Vadisi kahramanlarına özeniyor ve milleti galeyana getirip kışkırtıyorsa, daha çok alkış aldığının, daha “popüler” olduğunun farkında! Ama bu tutum, ne yitirdiğimiz gencecik çocukları geri getirir ne de terörü sonlandırır!)

Yine Aya İrini’deyim. Sahnede üç insan. Anadolu kültürünü , evrensel boyutlara taşıyan Kudsi Erguner, Norveçli ünlü caz Bascısı Arild Andersen ve Berzilyalı vurmalı sazlar “büyücüsü” Nana Vasconcelos… Yeryüzünün üç ayrı köşesinden gelip , ah nelerden, nerelerden geçerek ; birikimlerini damıta damıta bu sahnede buluşmuşlardı… Yeryüzünün, insanoğlunun ve yaşamın muhteşemliğini, sonsuzluğunu, o ortak duyguyu, yaratıcılığın gücünü, bizlerle paylaştırdıklarında , kimilerinin dilinde hiç anlam taşımayan “medeniyetler buluşması” işte bu olsa gerek diyordum. Her birinin kendi bestesine, öteki ikisinin uyumu ; kendilerinden kattıklarıyla, yetenekleriyle, ustalıklarıyla, yaratıcılıklarıyla tarihi ve coğrafyayı, zamanı ve mekanı yeniden yaratmaları keşke, ah keşke dünyaya örnek olabilse… Biz ölümlü dinleyicileri , sonsuz sevgi, barış, dayanışma, uyum, saygı, adil bir yaşam üzerine düşünmeye yönelttiler…

Yaşamla ölüm iç içe… Geçen hafta boyunca müzikle yaşama sarıldım. Öldürenleri, müzikle lanetledim.

23 Temmuz 2007- Cumhuriyet



Bu Cennet Bu CehennemBu Cennet Bu Cehennem'i bir solukta, severek ve yazarın şarkısına katılarak, insanımıza karşı duyduğu sevgiyi paylaşarak okuyacaksınız.

Devam

Katmandu'dan Meksika'ya

Katmandu'dan Meksika'yaYazar, Katmandu'dan Yemen'e, Pakistan'dan İrlanda'ya, Altay Dağları'ndan Prag'a, Polonya'dan Meksika'ya yürek atışlarının peşinden giderken, ilgisini insana ve topluma yöneltiyor..




Uzakdoğu'mUzakdoğu'm, yazarın keşfetme ve öğrenme tutkusu, keskin gözlemciliği, ustalıklı ve şiirsel anlatımı, sıcak biçimiyle kanatlanan, düşünsel, düşsel ve görsel zenginliği olan bir yolculuk...

Devam


22 Şubat 2009 Pazar

Astor Piazzolla's Biography

Astor Pantaleón Piazzolla was born on March 11, 1921 in Mar del Plata, Argentina, only child of Vicente “Nonino” Piazzolla and Asunta Mainetti. In 1925, the family relocates to New York City until 1936 with a brief return to Mar del Plata in 1930.

In 1929, when Astor is 8 years old, his father gives him his first bandoneon which he had bought at a pawn shop for 19 dollars. Astor studies the bandoneon for one year with Andrés DÁquila and he makes his first record, Marionette Spagnol; a phonograph disk (non commercial) at the Radio Recording Studio in New York on 11/30/1931.

In 1933 he studies with the Hungarian pianist Bela Wilda, disciple of Rachmaninov, and of whom Astor would later say “With him I learned to love Bach”. Shortly thereafter, he meets Carlos Gardel who becomes a good friend of the family and with whom he takes part in the movie “El Dia Que me Quieras”, playing a brief part as a newspaper boy. This feature film plays a monumental role in the history of Tango.

In 1936, he returns with the family to Mar del Plata, Argentina for good, where Astor begins to play in some tango orchestras. It is here that he makes his second grand discovery (after Bach with Bela Wilda), when he listens to Elvino Vardaro’s sextet on the radio, Elvino would later become Astor’s violinist. That alternative way of interpreting Tango deeply touches him and he becomes an admirer of Elvino. Astor’s love for Tango, and especially for that style of Tango, touches him deeply and gives him the courage to move to Buenos Aires in 1938. He was only 17 years old.

He plays on some second rate tango orchestras until 1939, when he realizes his dream of playing bandoneon within one of the greatest tango orchestras of that time; the Anibal Troilo orchestra. “Pichuco” was one of the best bandoneon players, and Astor always considered him one of his masters.

Astor feels the need to advance musically, and already being the arranger of the Troilo orchestra, he begins his musical studies with Alberto Ginastera in 1941, and later in 1943, he studies piano with Raúl Spivak. In 1942 he marries to Dedé Wolff and from this marriage he has two children: Diana in 1943 and Daniel in 1944. His works are too advanced for the time and Troilo edits them so as to not scare off dancers.

In 1943, he begins his “classical” works with the “Suite para Cuerdas y Arpas” and in 1944 he leaves Troilo’s orchestra to lead the orchestra which accompanies singer Francisco Fiorentino, he plays with Firoentino until 1946, when he forms his first orchestra, which is later dissolved in 1949. With this orchestra, with a similar formation to the other orchestras of the day, he begins to develop his creative impulses with his works and orchestrations with a big dynamic and harmonic content. That tango, of the young and daring director, more modern and different, begins to incite the first controversies among traditional tangueros.

In 1946 he composes, “El Desbande”, considered by Piazzolla as his first formal tango, and shortly thereafter he begins to compose musical scores for movies.

In 1949 he feels the need to disband the orchestra and part with the bandoneon, and almost abandons tango altogether. He searches for something else, a different destiny. He continues to study Bartok and Stravinsky, he studies orchestra direction with Herman Scherchen, he listens to lots of Jazz. His search for a style becomes obsessive, he longs for something that has nothing to do with tango. Everything was a mess and Astor decides to drop the bandoneon to dedicate himself to write and pursue his musical studies. He is 28 years old.

Between 1950 and 1954 he composes a series of works, clearly different from the conception of tango at the time, and that further define his unique style: Para lucirse, Tanguango, Prepárense, Contrabajeando, Triunfal, Lo que vendrá.

In 1953 he presents the work “Buenos Aires” (three symphonic pieces) – composed in 1951 – for the Fabien Sevitzky competition. Piazzolla wins the first prize and the work is performed at the Law School in Buenos Aires by the symphonic orchestra of “Radio del Estado” with the addition of two bandoneons and under the direction of Sevitzky himself. It is a full-blown scandal, at the end of the concert there is a generalized fist-fight due to the strong reaction of some members of the audience that consider it an indignity to include bandoneon in the “cult” setting of a symphonic orchestra.


One of the prizes he won at this composition contest was a scholarship from the French governement to study in Paris (where he goes in 1954), with Nadia Boulanger, considered the best educator in the world of music at the time. At first, Piazzolla tries to hide his tanguero past and his bandoneon work, thinking that his destiny is in classical music. This situation is quickly remedied when he opens his heart to Boulanger and he plays his tango “Triunfal” for her. From then on he receives a historic recommendation: “Astor, your classical pieces are well written, but the true Piazzolla is here, never leave it behind”

After this episode, Piazzolla returns to tango and to his instrument, the bandoneon. What was once a choice between the sophisticated music or tango, now would be sophisticated music and tango, but in the most efficient way: to work the structure of sophisticated music with the passion of the tango. In Paris, he composes and records a series of tangos with a string orchestra and he begins to play the bandoneon while standing up, he puts one leg on a chair, a trait that would characterize him on the music scene (Most bandoneonists play sitting down).

When Piazzolla returns to Argentina (1955) he continues with the strings orchestra and he also forms a group, the Octeto Buenos Aires, which is the beginning of the contemporary tango age. With a makeup of two bandoneons, two violins, double bass, cello, piano, and an electric guitar, he produces innovative works and interpretations which break away from classic tango, he breaks away from the original mold of an “orquesta tipica” and creates chamber music instead, music without a singer or any dancers. He continues his personal revolution and continues to generate hatred among the orthodox tangueros, becoming the target of very mean criticism. He does not sway and keeps going on the path which he more than ever deems his own, but the media and record labels make it an uphill battle. In 1958 he disbands the octet and the strings orchestra and he goes back to New York City to work as an arranger.

Between 1958 and 1960 he works in the US, where he experiments with Jazz-Tango with negative results and where, because of the death of his father in October 1959, he writes while in New York his famous, “Adiós Nonino”. Upon his return to Argentina, he creates the first of many famous quintets, playing New Tango (bandoneon, violin, bass, piano, and electric guitar). The quintet was Piazzolla’s most beloved formation; the musical synthesis that best expressed his ideas.

In 1963 he premieres under the direction of Paul Klecky: “Tres Tangos Sinfonicos” (Hirsch Prize) and in 1965 he makes two of his most important records: Piazzolla at the Philarmonic Hall New York, which has the works he played at a concert at the hall with the quintet in May 1965; and “El Tango”, of historical value, a product of his friendship with Jorge Luis Borges.

In 1966 he leaves Dedé Wolff. In 1968 he begins an extensive collaboration with the poet Horacio Ferrer, with whom he composes the “operita” Maria de Buenos Aires; beginning a new style: the tango song. Around that time he begins dating the singer Amelita Baltar.

In 1969, with Horacio Ferrer, he composes “Balada para un loco”, presented at the First Iberoamerican Music Festival, where he receives second place. This work turned out to be his first popular hit, premiered by Amelita Baltar with Piazzolla himself conducting the orchestra.

In 1970 he returns to Paris where, with Ferrer, he composes the oratorio “El Pueblo Joven”, the premiere of which was in Saarbuck, Germany in 1971. That same year he forms the Conjunto 9, acting in Buenos Aires and in Italy where they tape many shows for RAI. This group was like a dream for Piazzolla: the picture-perfect chamber music formation he had always wanted and for which he composed his most elaborate music, but the economic impossibility of keeping the group together led to its dissolution.


In 1972 he plays at the Teatro Colón in Buenos Aires for the first time, sharing the bill with other Tango orchestras. In 1973, after a period of great productivity as a composer, he suffers a heart attack which forces him to reduce his artistic activities.

That same year (1973) he decides to move to Italy where he begins a series of recordings which span 5 years, the most famous being “Libertango”, a work that is widely accepted in the European Community.

During these years he forms the “Conjunto Electronico”: an octet made up of bandoneon, electric piano and/or acoustic piano, organ, guitar and electric bass, drums, synthesizer and violin, which was later substituted for flute or saxophone. Later, in 1975 Jose A. Trelles is incorporated as a singer with a formation that alternates between Argentinean and European musicians. This group had nothing to do with the previous ones, and many considered this change as an approach to jazz-rock: but according to Piazzolla, “That was my music, it had more to do with tango than with rock”

In 1974 he separates from Amelita Baltar. That same year he records with the saxophonist Gerry Mulligan a great record: Summit, with an Italian orchestra. The music that Piazzolla composes for this disc is characterized by the exquisite melody of the bandoneon and the saxophone on top of a rhythmic base. Aníbal Troilo dies in 1975 and Piazzolla composes the “Suite Troileana” in his memory, a work in four parts, which he records with the Conjunto Electronico, with A. Agri playing violin.

In 1976 he meets who would be his last wife, Laura Escalada. In December of the same year he plays an extraordinary concert at the Gran Rex theater in Buenos Aires, where he presents his work, “500 motivaciones”, written especially for the Conjunto Electronico. In 1977, he plays another memorable concert at the Olympia in Paris, with a similar formation as before, but with musicians with roots closer to rock. This is the last time he has an “electric” group. Piazzolla regrettably stops making reference to Chick Corea’s international sound and even though the Conjunto Electronico makes good music, he doesn’t consider it the real Piazzolla. In 1978, the second incarnation of the quintet is born, the one that would make Piazzolla world renowned. He also restarts his dedication to chamber music and symphonic works.


The next ten years are the best for Piazzolla as far as his popularity is concerned. He intensifies his concerts all over the world: Europe, South America, Japan, and the United States. During a period which lasts until 1990 he does a series of concerts mostly with the quintet, and also as a symphonic solo performer and as a chamber musician; and in his final years with his final group, the sextet, and with string quartets. There are many live recordings of the numerous concerts, many of them on CD. This in some way proves what is frequently said: Piazzolla’s music does not exist unless he plays it; him playing the music is a testament to the style, which we could define as the aesthetics of a musical state of mind.

In 1982 he writes “Le Grand Tango” for cello and piano, dedicated to Russian cellist, Mtislav Rostropovitch and premiered by him in 1990 in New Orleans. In June of 1983 he puts on one of the best shows of his life: he plays a program dedicated to his music at the Teatro Colón in Buenos Aires, the big scenario of classical music in Argentina. For the occasion he regroups the Conjunto 9 and he plays solo with the symphonic orchestra directed by Pedro I. Calderón, playing the beautiful “Concert for bandoneon and orchestra.”

In 1984 he plays with the singer Milva at the Bouffes du Nord and in Vienna with the quintet where he records a live album “Live in Wien.” In 1985 he is named an exceptional citizen of Buenos Aires and he premieres the concert for bandoneon and guitar : Homenaje a Lieja, under the direction of Leo Brouwer at the Fifth International Belgian Guitar Festival.

In 1986 he receives the Cesar prize in Paris for the score of the film “El exilio de Gardel” and with Gary Burton he records “Suite for Vibraphone and New Tango Quintet”, live at the Jazz Festival in Montreux, Switzerland. In 1987 he records with the St. Luke’s orchestra directed by Lalo Schifrin, the “Concert for bandoneon” and “Three Tangos” for bandoneon and orchestra.

The concert which takes place in 1987 in New York’s Central Park in front of a massive audience, is a rejuvenating experience for Piazzolla. The city where he spent his childhood, where he became mesmerized by the music of Bach and Jazz, and where he failed in 1958, finally pays attention to his music. The records released in the US in the late 80s document his life: Tango Zero Hour, Tango Apasionado, La Camorra, Five tango Sensations (with the Kronos quartet), Piazzolla with Gary Burton, etc.

In 1988, a few months after recording what would be his final record with the quintet (La Camorra), he undergoes a quadruple bypass. Shortly thereafter, early in 1989, he froms what would be his last group: the New Tango Sextet of unusual characteristics: two bandoneons, piano, electric guitar, bass and cello. With this group, in June of 1989 he plays at the Teatro Opera in Buenos Aires in what would be his last concert in Argentina and he begins an extensive tour throughout the US, Germnay, England, and Holland.

Towards the end of 1989 he dissolves his group and continues playing solo with string quartets and symphonic orchestras. Until August 4, 1990, in Paris, when he suffers a stroke. After almost 2 years of suffering the consequences of this incident, he dies in Buenos Aires on July 4, 1992.

His opus, comprising more than 1000 works, a characteristic career and an undoubtedly Argentinian flavor, continues to influence the best musicians in the world of all generations. For example, the violinist Gidon Kremer, the cellist Yo-Yo-Ma, the Kronos Quartet, the pianists Emanuel Ax and Arthur Moreira Lima, the guitarist Al Di Meola, the Assad brothers, and numerous chamber music and symphonic orchestras. A career characterized by his aesthetic power and his unique style, almost in a league of its own. His music is unmatched; when we listen to it we are obligated to question the roots and say, “This is Piazzolla”.

It is all about the “language” he created, which is unique and can be identified as his and only his. With hetergenous and rebellious elements (Jazz, classical music,experiments in sound) he produced a unique music under the drastic

pulse of his Tango.



18 Şubat 2009 Çarşamba

Çocuklar Oynarken Yetişkinlere Öneriler

Yetişkinler çocuklarla oyun oynarken onların yaparak, deneyerek ve yaşayarak öğrendiklerini unutmamalıdır. Çocuk kendisi düşünüp karar verdiği, yaptığı ve sonuçlarını gördüğü etkinlikler sonucunda kalıcı deneyimler kazanır.

Çoluk Çocuk Dergisi

14 Mayıs 2005, Cumartesi


Leyla FETİHİ

Eğer bir çocuk yapmak istediği etkinliğe ve o etkinliği yaparken hangi malzemeleri kullanacağına kendisi karar veriyorsa; yetişkin için çocuğun etkinliği yaşaması, etkinliği doğru ya da yanlış yapmasından daha önemli oluyorsa bu etkinliğe "oyun" denilebilir.

King'e göre, çocuklar kendi seçtikleri etkinlikleri oyun olarak kabul etmektedir. Ayrıca çocuklar kontrolüne sahip oldukları etkinlikleri oyun olarak görmektedir.

Gotfried'a göre, oyun için gereken istek içten gelir ve oyun dıştan konulmuş katı kurallardan arındırılmıştır. Oyunda önemli olan, sonuç değil süreçtir.

Garvey ise, bir etkinliğin oyun olarak tanımlanabilmesi için sahip olması gereken özellikleri şöyle sıralamaktadır:

* Oyun hoş ve eğlencelidir.

* Oyun belli bir amaca ulaşmak için harcanan bir çaba değildir.

* Oyun onu oynayan tarafından serbestçe seçilir, zorunlu değildir.

* Oyun oynayanın etkin katılımını gerektirir.

Çocuklarla oyun oynarken öncelikle onların yaparak, deneyerek ve yaşayarak öğrendikleri unutulmamalıdır. Çocuk kendisi düşünüp, karar verdiği, yaptığı ve sonuçlarını gördüğü etkinlikler sonucu kalıcı deneyimler kazanır.

Bu nedenle, yetişkinler kendilerini "Acaba çocuklarımız bir etkinliği ne kadar doğru ya da yanlış, güzel ya da çirkin yapıyor?" endişesinden arındırmalıdır.

Gelişim ancak bir deneme-yanılma süreci sonucunda oluşur. Yetişkinlere komik ya da saçma gelebilecek olan hareketler, çocuklar için oldukça değer taşıyan, anlamlı ve önemli öğrenme yollarıdır.

Çocuklar oyun oynarken "deneyerek öğrensinler" düşüncesiyle tamamen başıboş bırakmamalı ama çok sıkı bir kontrol altına da alınmamalıdır. Yetişkinler oyun oynayan çocuklarını desteklemeli ve kontrolü onlarla paylaşabilecek şekilde bir ortam hazırlamaya özen göstermelidir.

Böyle bir ortamda yetişkinler çocukların görüşlerini, güçlü oldukları yanlarını, ilgilerini ve gereksinmelerini gözleme olanağı bulurlar. Bu gözlemi yaparken amaç etkinlikler için çocukları zorlamak yerine, onlarla bir arkadaş olarak ilişkiye girmek ve yardım istediklerinde onlara destek olmaktır.

Önemli olan, çocuklara karşı duyarlı bir yetişkin olmaya çalışmaktır. Çocuklara duyarlı bir yetişkin çocukların oyununa katılmak için olanak yaratır. Çocukların oyununa katılan yetişkin, oyunu değiştirmeye çalışmaz.

Önemli olan, çocuklar gibi ve onların hızına uygun olarak oynayabilmektir. Çocuklar ilgilerine, gereksinimlerine, yaşadıkları deneyimlere uygunluk gösteren etkinliklerle uğraşmak isterler. Yetişkinin bu konuda duyarlı olması ve çocukların ilgi, gereksinim ve gelişim düzeylerine uygun etkinlikler sağlaması gerekir.

Yetişkin bunları yaparak çocuklara "Senin ilgilerin, gereksinmelerin, bireysel özelliklerin benim için önemli" mesajını verir.

Duyarlı bir yetişkinle bir çocuk arasındaki iletişim biçimi gözlendiğinde, konuşmaların karşılıklı bir alışveriş biçiminde olduğu görülür. Yetişkinle çocuğun konuşmaları arasında bir eşitlik ve denge söz konusudur.

Çocuk bir sorunla karşılaştığında yetişkin ona bu sorunu çözebilmesi için zaman tanır. Çocukların başarma duygusu yaşayabilmeleri için, onlara çok kolay ya da zor gelen etkinlikler düzenlememeye dikkat eder.

Çocukların etkin oyun oynayabilmesi için, yetişkinin çeşitli yaş gruplarındaki çocukların gelişim özellikleri hakkında bilgisi olması gerekir. Çocuklarla oynarken bir yetişkinin dikkat etmesi gereken önemli noktalardan biri de, onlarla aynı fiziksel seviyede bulunmasıdır.

Onlar yerde oturarak oynuyorlarsa yere oturup onlarla oynamak, konuşurken onlarla yüz yüze olup göz kontağı kurmaya çalışmak vb.

Çocuklarla oynarken duyarlı bir yetişkin olmaya çalışmak, bu yönde atılmış yapıcı adımlardan biri olacaktır.(LF/EÜ)

* Leyla Fetihi, Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü Okulöncesi Eğitim

Güzel Bir Video

AŞK...
Budur sanırım...

14 Şubat 2009 Cumartesi

Önemli Siteler

Not: siteler alfabetik sıraya göre dizilmiştir.


www.ahmetsay.com.tr

www.beethovenlives.net

www.chopin.pl

www.evinilyasoglu.com

www.fahiratakoglu.com

www.fazilsay.com

www.ibrahimyazici.com

www.idilbiret.gen.tr/en

www.ipekongun.com

www.jsbach.org

www.livaneli.net

www.mavi-nota.com

www.mozartproject.org

www.muammerketencoglu.com

www.muzikkitaplari.com

www.piazzolla.org

www.richardgalliano.com

www.sunayakin.com.tr

www.toroscan.com

www.tulaycellek.com

www.zeyneporal.com

www.zeyneptanbay.org




7 Ocak 2009 Çarşamba

Şiir




GÜZEL BİR KADIN


O,kanatları kırık bir güvercin gibi uzaklaştı,

Beyaz boynunda bir küçük taş ile,

Yollarıma bir gölge gibi çıkıyordu,

O gün cebimden bir kağıt aldı
ki onun üzerinde ölü bir satır nefes alıyordu...