3 Nisan 2009 Cuma


Astor Pantaleón Piazzolla was born on March 11, 1921 in Mar del Plata, Argentina, only child of Vicente “Nonino” Piazzolla and Asunta Mainetti. In 1925, the family relocates to New York City until 1936 with a brief return to Mar del Plata in 1930.
In 1929, when Astor is 8 years old, his father gives him his first bandoneon which he had bought at a pawn shop for 19 dollars. Astor studies the bandoneon for one year with Andrés DÁquila and he makes his first record, Marionette Spagnol; a phonograph disk (non commercial) at the Radio Recording Studio in New York on 11/30/1931.
In 1933 he studies with the Hungarian pianist Bela Wilda, disciple of Rachmaninov, and of whom Astor would later say “With him I learned to love Bach”. Shortly thereafter, he meets Carlos Gardel who becomes a good friend of the family and with whom he takes part in the movie “El Dia Que me Quieras”, playing a brief part as a newspaper boy. This feature film plays a monumental role in the history of Tango.

Eğitim ve Toplumsal Değişme’ye İlişkin Birkaç Söz

Buraya kadar yapılan tartışmalardan şu açıkça görülmektedir ki; eğitimin iki karakteristik özelliği bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, eğitim bireyleri toplumun normlarına, değerlerine ve kurumlarına uyum sağlaması yolunda toplumsallaştırır. Bu bir çok açıdan doğaldır. Çünkü okullar devletin kurumları olarak hakim kültürün genç kuşaklara aktarılmasını sağlarlar. Hiç kimse normal olarak okulların bizim toplumsal değer ve kurumlarımızın karşısında olmasını bekleyemez. Dahası, eğer bir toplumda mevcut kültür ve kurumlar değişmeye ve gelişmeye açık ve demokratik ise kültürel yeniden üretim iyi birşeydir.

1-3 YAŞ DÖNEMİNDEKİ ÇOCUĞUN OYUN VE OYUNCAK ÖZELLİKLERİNİN GELİŞİM KURAMLARI İLE AÇIKLANMASI

Filiz ARSLAN*
* GATA Hemşirelik Yüksekokulu Çocuk Sağ. ve Has. Hem. ABD, Ankara
__________________________________________________________________________________________
ÖZET
Oyun sağlıklı bireylerin gelişiminde önemli bir
öğedir. Çocuğun isteyerek ve hoşlanarak yer aldığı
fiziksel, bilişsel, dil, duygusal ve sosyal gelişiminin
temeli olan oyun, gerçek yaşamın bir parçası ve
etkin bir öğrenme sürecidir. Yüzyıllar boyunca
kuramcılar tarafından incelenmiştir. Oyun ve oyuncak
özellikleri çocuğun gelişiminden etkilenirken,
onun gelişimine de etki etmektedir. Çocukta iki yaş
dolaylarında dramatik oyun başlar. Yetişkinin taklit
edilmesi ve yaratıcı öğeleri olan dramatik oyun
yoluyla çocuk, bağımlılık-bağımsızlık çatışmalarını
çözümler ve öz denetim kazanır. Ayrıca çevresinde
gördüğü ve yaşadığı olayları tekrarlayarak gerçek
yaşamda kendisine konulan sınırları dener ve doğruyanlış
kavramlarını pekiştirir. 2-4 yaş arasında
konuşma ve sembolik düşünce gelişir. Buna paralel
olarak çocuk, eşya ve değişik nesnelerle konuşur.
Sembolik oyun, çocuğun sorular sorup, yanıtlar
almasını sağlar. Sonuçta çocuğun düşünme sistemi
gelişir.
Anahtar Sözcükler: Oyun, çocuk gelişimi,
gelişim kuramları

Maria Montessori-Hayatı, Materyaller hakkında bilgi

Montessori Metodunun kurucusu olan Maria Montessori 31 Ağustos 1870 tarihinde İtalya Chiaravalle'de doğmuştur. 1896 yılında İtalya'nın ilk kadın doktoru unvanını alarak tıp fakültesini tamamlamıştır. Montessori bir bilim insanı olarak sahip olduğu özelliklerin dışında, bir kadın olarak da zamanının değer yargılarının ilerisinde yaşamış ve kadın hakları için mücadele etmiştir. İtalya'nın ilk kadın doktoru olarak, 1896'da Berlin ve 1900'de Londra'da iki kadın konferansında İtalya'yı temsil etmek için seçilmiş ve bu konferanslarda kadınlara eşit ücret için çağrı yapmıştır. Üniversiteden mezun olduktan sonra asistan doktor olarak atandığı Roma Psikiyatr kliniğinde zeka özürlü çocuklarla çalışmıştır. 1899 yılında ise Roma'da zeka geriliği olan tüm çocukların yollandığı yeni orthophrenic okuluna yönetici olarak atanır. 1896 -1907 yılları arasında sağlık, antropoloji, felsefe, psikoloji ve eğitim çalışmalarını devam ettirir. 1907 de, Roma'nın San Lorenzo bölgesinde çalışan ailelerin çocuklarından oluşan 60 kişilik grupla çalışmak için üniversitedeki kürsüsünden ve tıbbî uygulamalarından vazgeçer. Burada ilk Casa dei Bambini'yi ya da Çocuklar Evi'ni kurar. 1907 yılından itibaren dünyanın bir çok ülkesinde Montessori metodu hakkında çalışmalar yürütmeye devam eder. 1922'de İtalya'da okul müfettişi olarak atanır. Fakat 1934'de Mussolini faşizmine muhalefetten dolayı İtalya'dan ayrılmaya zorlanır ve Barselona'ya gider. 1936'da İspanya Savaşı sırasında İngiliz gemisiyle kurtarılır. Aynı yıl evini Hollanda Laren'e taşır. 1940'da Hindistan 2. Dünya Savaşına girdiğinde, O ve oğlu Mario düşman yabancılar olarak göz altına alınır , . 2. Dünya Savaşı boyunca Montessori'nin Hindistan'dan ayrılmasına izin verilmez ve bu zamanı bebekleri araştırmak ve gözlemlemekle geçirir.1946 yılında Hindistan'dan Hollanda'ya döner. 1947'de ise Londra'da Montessori Merkezi'ni kurar. 1950 yılında UNESCO konferansına katılır. 1940, 1950 ve 1951'de Nobel Ödüllerine aday gösterilir. 1952'de Noordwijk Zee de Dutch sahilindeki bir köyde arkadaşlarının sahip olduğu bir evin bahçesinde otururken hayatını noktalar. Oğlu ve şef asistanı Mario ile Afrika'ya gidip gitmemeyi görüşüyorlardır. 80 yaşında birisi olarak seyahat için oldukça güçsüz olduğunu, bir başkasının onun yerine gidebileceğini ve konferans verebileceğini söyler. Bir saat sonra beyin kanamasından ölür. Her zaman öldüğü yere gömülmek istediği için Roma Noordwijk Katolik Mezarlığına gömülür. Bir eğitim emekçisi olarak, dünyanın bir çok ülkesinde konferanslar, eğitimler vermiş, kitaplar yazmış, yeni okullar ve öğretmen eğitim merkezleri açmış, bir yandan da çocukları gözlemlemeyerek kendi eğitimine devam etmiştir. Bir dünya vatandaşı olarak yaşamıştır. Dünya genelindeki çabalarının ürünü olarak metodu dünyanın bir çok ülkesinde uygulanmaktadır.

MATERYALLER....

Barış Eğitimi: Şiddet Zincirini kırmanın tek yolu...

Colman McCarthy adını içinizde duyan var mı, bilmiyorum. Ülkesi A.B.D.'de ünlü bir gazeteci yazar.1969-97 Yılları arasında başta Washington Post olmak üzere birçok gazeteye yazıyordu. Bugün gazetecilikten çok eğitimci olarak etkili.
Onu, 80'li yılların ortalarında Washington'da tanıdım. O sıralar "Süper Gücün Öteki Yüzü - Amerika'daki Evsizler" başlıklı bir dizi hazırlıyordum . Ondan yardım istemiştim. Seferber olup, önümde bir sürü kapı açmıştı. Colman McCarthy'nin Türkiye'ye ilgisi, 12 Eylül sonrasındaki Barış Deneği davasıyla daha da yoğunlaşmıştı. Çünkü o , bir barış eğitimcisiydi.
"Çocuklarımızı şiddetle beslenen bir kültürle yetiştiriyoruz, sonra da aralarındaki farklılıkları gidermek için neden yumruklara, silaha ya da saldırganlığa yöneldiklerine şaşıyoruz" diyordu. Bu düşünceden hareketle, evine en yakın orta okula seçmeli "şiddet karşıtı kültür" dersi önermiş ve kabul edilmişti. "İlk ders günü, belki 4-5 öğrenci gelir diye düşünüyordum ama 25 öğrenci geldi" diyordu o karşılaşmamızda.
O gün bugün yalnız orta okullarda değil, üniversitelerde de Barış dersi veriyor Colman McCarthy. Bu dersi verebilecek öğretmen yetiştiren "Barış Eğitimi Merkezi"nin de müdürlüğünü yapıyor.
New York'daki terörist saldırısından ve teröre savaş kararından sonra , Colman McCarthy, "San Fransisco Bay Guardian" gazetesinde Russell Mokhiber ve Robert Weissman'ın sorularını yanıtlarken alacağı tepkiden korkmuyordu:
Soru: Her on Amerikalıdan dokuzu, savaşa yol açsa bile sorumlu gruplara ya da ülkelere karşı askeri hareketten yana. Mantıklı tepki ne olmalı?
"Duygusal olarak böyle bir ortak tepki doğal ama mantıklı karşılık , Biz sizi affediyoruz , siz de bizi affedin olmalı."
Bizi ne için af edecekler?
"Yeryüzünün en şiddet yanlısı hükümeti olduğumuz için...Martin Luther King bunu daha 4 Nisan 1967'de söylemişti."
Bush ne yapmalı?
"A.B.D.'nin bundan sonra dünyanın en büyük silah satıcısı olmayacağını, SANİYEDE 9 bin dolara ulaşan askeri bütçeyi kısmaya başlayacağını söylemeliydi... Son 20 yılda Libya, Grenada, Panama, Somali, Haiti, Afganistan, Sudan, Irak ve Yugoslavya'yı bombaladık. Bu ülkelerin ortak iki özelliği var: Hepsi yoksul ve insanları çoğunlukla koyu renkli..."
Yani öteki yanağımızı mı çevirelim?
"Hayır ,o çok kolay. Barışçı olmak bir eylemdir, karşı koymaktır, şiddetle işbirliği yapmamaktır. Barışçı olmak kahramanlık ister. Silaha sarılmaktan, bomba atmaktan daha çok cesaret ister... "
"Bir çocuğu ya da karşınızdaki insanı dövdüğünüz vakit şunu diyorsunuz:'Senin düşünceni ya da davranış biçimini değiştirmek, ve bunu değiştirmek için fiziksel güç kullanacağım'. Şiddet, hiçbir zaman etkili olamaz. Olsaydı gezegenimizde barış çoktan sağlanmış olurdu."
Şiddet çemberini nasıl kıracağız?
"Cehalet zincirini kırdığımız gibi. İnsanları eğiterek... Çocuk okula başlarken iki iki daha dört ettiğini bilmez. Defalarca tekrarlarsınız ve öğrenir. Okuldan iki iki daha dört ettiğini öğrenerek çıkar. Ama 'göze göz'ün , hepimizin körleşmesi anlamına geldiğini öğrenmeden ayrılır okuldan... Eğer çocuklarımıza biz barışı öğretmezsek, bir gün birileri onlara şiddeti öğretir."
Bugün A.B.D.'deki 3 bin yüz üniversitenin yalnızca 70'inde "barış Dersi" olduğunu öğreniyorum aynı yazıda.
Bugüne dek bütün ülkelerin , bütün okullarında tarih dersi denince yalnızca savaşlar tarihini öğrendik. Ya barış tarihini öğrenseydik...
Bu köşede düş kurmak serbest... Hele bir düş gücünüzü kullanın: Farz edin yeryüzü Colman McCarthy gibi insanlarla dolu... Farz edin yalnız A.B.D.'nin üç bin üniversitesinde değil, yeryüzünün, benim ülkem de dahil olmak üzere, yeryüzünün tüm üniversitelerine, tüm orta okullarına, hele hele tüm ilkokullarına barış eğitimi konmuş...
Biliyorum, çok geç kaldık. Ama barış eğitimi için bir yerden başlamamız gerek...
Çocuklarımıza barışı öğretmezsek, nasılsa bir gün onlara birileri mutlak şiddeti öğretecek. Şimdiki gibi.

Zeynep Oral
Yazılar 2001
www.zeyneporal.com

Uluslararası İstanbul Müzik Festivali bir mucizedir!


İstanbul kenti, kendi başına bir mucizedir. Doğanın, tarihin, coğrafyanın biçimlendirdiği bir mucize...

Bu mucize kentin, dünyanın sayılı metropollerinden birine dönüşmesinde İstanbul Sanat ve Kültür Vakfı'nın çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum.

Bundan 30 yıl önce, bir avuç insanın düş kurması ve azmetmesiyle başlayan bir etkinlik gerçekleştirdi bu vakıf. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali. Sonra bu festivalden beş yeni festival üretti ve onları yaşamımıza kattı . Artık İstanbul'un Uluslararası Sinema Festivali (nisan) Uluslararası Tiyatro Festivali (Mayıs) Uluslararası Müzik Festivali (Haziran) , Uluslararası Caz Festivali (Temmuz) ve Uluslararası İstanbul Plastik Sanatlar Biyenali (Eylül) var.

Bu yıl otuzuncusu gerçekleştirilen Uluslararası İstanbul Müzik Festivali'nin belli başlı özelliklerini, satır başlarıyla şöyle sıralayabilirim:

Çağdaş, evrensel kültürün , geniş bir yelpazedeki en özgün ürünlerini sunması...

Niteliğinden asla ve asla ödün vermemesi... Farklı sanat alanlarının, farklı "ekol"lerin, farklı akımların , farklı disiplinlerin en kaliteli örneklerini sunması...

Başka ulusların, toplumların kültür birikimi ve değerleriyle , bizim kültürümüzü aynı potada bir araya getirerek , uygarlık bilincimizi geliştirir...

Geçmişten damıttığı birikimi geleceğe yönelik umuda dönüştürür...

Tüketici değil, üretkendir ; yaratıcılığı ve yaşamı savunur... İnsanı insan yapan değerleri yüceltir...

Bütün bu özellikleri göz önünde tutunca ben bu festivale de "mucize" demekten kendimi alamıyorum. İstanbul'a damgasını vuran, İstanbul'un kimliğini yücelten, kendi kimliğimizi yücelten , bizi çoğaltan bir mucize...

Bu akşam "30.Yıl Konseri"ne Rengim Gökmen'in yönettiği İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasını ve ülkemizin müzik dünyasına kazandırdığı on iki ünlü solisti dinleyeceğiz. Bu akşamı beklerken 30 yıl öncesinden bir öykü takıldı aklıma:

Sene 1973. Uluslararası İstanbul Festivali, ilk kez gerçekleştiriliyor. Program olağanüstü zengin. Programın "star"larından biri 2 resital, bir konser verecek olan Yehudi Menuhin.

Birinci resital Aya İrini'deydi. Yalnız Bach'ın eserlerinden oluşan bir programdı...İkinci resital Darüşşafaka Konser Salonu'ndaydı. . İdil Biret'le birlikte Beethoven'in piyano ve keman için bestelediği en ünlü sonatları yorumladılar...Gelelim üçüncüsüne:

Menuhin, Ayla Erduran ve Suna Kan, İstanbul Senfoni Orkestrası'yla birlikte Vivaldi'nin üçlü keman konçertosunu çalacaklardı. Ancak konser günü, müthiş bir panik! Korkunç bir şey oldu ! Orkestra partisyonunun notalarının kayıp olduğu ortaya çıktı. (Üstelik bu ikinci kayboluşuydu!) Konserin başlamasına birkaç saat vardı ve orkestranın çalacağı notalar ortada yoktu! Aydın Gün birkaç kez öldü dirildi ama hala notalar ortada yoktu. Sonunda birinin aklına parlak bir fikir geldi: İdil Biret'ten yardım istendi. Yine "Üç Keman Konçertosu" çalınacak, ancak orkestra partisyonunu İdil Biret piyanoda çalacaktı. Sanatçı seve seve yardıma koştu. Bütün bu hengamede Menuhin hep çok sakin,çok anlayışlı, çok güler yüzlüydü.

Bu plan gerçekleşmedi. Son anda notalar bulunda ve orkestra çaldı. İdil Biret de büyük bir alçak gönüllülükle orkestra arasında yerini aldı. Üç "kemancı" birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, birbirlerine gülerek, birbirlerine sevgiyle, saygıyla, hayranlıkla ve aşkla bağlanarak , ölümsüz yapıtı, bu barok mücevheri seslendirdi. Üçlü konçerto sona erdiğinde , sonu gelmeyen bir alkış koptu. İşte o zaman Menuhin , bütün akıllarda ve yüreklerde yer edecek inceliği gösterdi. Konsere solist olarak katılmadığı için gerilerde kalmaya çalışan İdil Biret'i elinden tutup iki keman virtüozumuzun Ayla Erduran ve Suna Kan'ın yanına getirdi . Kendi iyice kenara çekilip, bu üç genç kadının önünde yerlere dek eğildi. Salon ayağa kaktı. Üç sanatçımızı ilk kez bir arada alkışlıyorduk... 30 Yıl önceydi...

Uluslar arası İstanbul Müzik Festivaline daha nice otuz yıllar diliyorum.

8 Haziran 2002

Zeynep Oral - www.zeyneporal.com

Havada Müzik ve Öfke Var…

Havada müzik var, yüreklerde, dillerde müzik var, yaz aylarında her yerde müzik var…

Daha geçen akşam Bobby McFerrin ve vokalistlerinin, sazsız sözsüz, ama ağızlarından dökülen seslerle ritmi yakalayıp, havada birkaç perende attırıp , kendilerini bir caz orkestrasına ve hiç anlamı olmayan sesleri muhteşem bir müziğe dönüştürmelerine tanık olduk…

Havada müzik var…Ah şimdi ya da son bir aydır Antalya'da , Aspendos'ta olmak vardı. Hem bizden hem yabancı ülkelerden gelmiş operaları o büyülü mekanda, büyülü gecelerde dinlemek vardı. Bu akşam Aspendos Festivali'nin kapanış temsili olan "Bir Yaz Gecesi Rüyası"nı La Scala Balesi'nden izlemek vardı… (Güney'de bir yerlerdeyseniz, sakın kaçırmayın!)

Antalya… Adana…

Havada müzik var ama aynı zamanda öfke var, acı var, isyan var ve kahrolası inatlaşma var… Hele Antalya deyince…

Daha önce bu sayfalarda okudunuz: Antalya Senfoni Orkestrası, açıklanmayan nedenlerle kapatılmak isteniyor. Kapatılıp Antalya Opera ve Balesiyle birleştirilecekmiş…

Antalyalılar isyanda! Antalyalılar öfkeli! "Orkestramızı isteriz" kampanyası başlattılar. Kısa sürede binlerce imza topladılar.

Bu orkestranın nasıl kurulduğunu bilenler , 1995'de tohumları atılıp, 1997-98'de kuruluşundan bu yana göğüs gerdiği zorlukları , sürdürdükleri direnci ve dinleyicileri fethedişi bilenler kahroluyor bu karara. Devlet , kuruluşundan bu yana Antalya Senfoni Orkestrasına verdiği taahütleri yerine getiremediyse, suç Antalyalıların mı, yoksa orkestranın mı?
Çukurova Devlet Senfoni Orkastrası da kapatılıp, Mersin Devlet Opera ve Balesiyle birleştirilmek istendi. Ancak Adanalılar seferber olup orkestralarının kapatılmasını önlediler. Adana, tüm kurum ve kuruluşlarıyla, müzik severleriyle, Valisi ve Belediye Başkanıyla öyle bir tepki gösterdi ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrasını kapama kararını geri aldı.

Bu yazıyı yazdığım ana kadar Antalya'da on bin imzanın toplandığı söyleniyordu. Elbet doğru olup olmadığını bilemiyorum. Acaba hükümetin orkestralarla başlayıp, öteki sanat kurumlarını kapamaya yönelmesini, bu "temizlik" işini durdurmak için kaç imza yeterli olur dersiniz???

Üstelik ülkemizde konservatuarlardan yetişen sayısız genç görev beklerken , önlerinin açılmasını beklerken tam aksi yönde bir tutum, sanatsal kaygıdan öte toplumsal kaygılara da yol açıyor bende.
Ülkemizde "iyileştirmek", ya da "reform" adı altında alınan herhangi bir karar, yıkıcı, yok edici değil, ancak yapıcı olursa, o kararın ardında art niyet aranmaz. Aksi halde rotamızı karanlığa çevirdiğimiz duygusundan kurtulamıyorum.

"Sevgili Hocam…"

Tam Antalya Senfoni Orkestrası'nın geleceğine ilişkin korkular içindeyken elime ulaştı Edebiyat öğretmeni Haydar Göfer'in "Sevgili Hocam" kitabı. Yıllar içinde öğrencilerinin yazdığı mektuplardan oluşuyor bu güzelim kitap..

"Sevgili Hocam…" diye başlayan nice mektup… Kimi öğrencilerin kutsal görev sayıp yazdığı, kiminin derslerden, arkadaşlardan söz etmek, akıl danışmak, hasret ve özlem gidermek için, ama en çok düşüncelerini paylaşmak, sevgi ve saygılarını dile getirmek için yazdıkları mektuplar…

İçlerinden birini buraya almak istiyorum. 8 Mayıs 1964 'de Napoli'den, Kadri Kaynak Küçükpınar'ın hocasına yazdığı bir mektup:

"Sevgili Hocam,
En az benim kadar sizi de sevince ve gurura boğacak bir haberi müjdelemek istiyorum . Çarşamba akşamı buradaki opera evinde Donizetti'nin 'Roberto Devereux' oynandı. Kraliçe Elizabeth başrolünde Leyla Gencer oynuyordu. (…)

Çarşamba akşamı Leyla Gencer'i siz de dinleyecektiniz. Asırlık koca opera salonunu tıklım tıklım dolduran Napoli halkı , o akşam sanki çıldırmıştı hayranlıktan. Leyla Gencer'i kaç kere sahneye çıkardılar , kaç demet gül, karanfil attılar, hatırlamıyorum… O, artık dünyaya mal olmuş bir sanatkar.

Çarşamba akşamı aklımdan geçenleri anlatamam. Bir an her şeyi unutmuş , ben de o çıldırasıya alkışa katılmıştım, ama artık Leyla'yı alkışlamıyordum. Sanki sahneden halkı selamlayan o derin tebessüm, bir uzak ülkeden geliyordu. Bir an Mustafa Kemal önümüzdeydi; Leyla değil, Atatürk alkışlanıyordu.

O akşam duyduğum kör bir milliyet hissi değil, asırlardır bizi körelten yobaz peçeyi silip , Türkiye'yi bütün insanlığa mal eden Mustafa Kemal'in sevgisiydi.
Türk denince 'Barbar' diye yüz çeviren keferenin, bir Türk sanatkarını böyle çıldırasıya alkışlayışı, bizlerin Mustafa Kemal'e ne kadar borçlu olduğumuzun ifadesi değil mi?"

Mektup böyle sona eriyor… Tam da şu günlerde elime geçmesi ne rastlantı ama…

Teşekkürler Sayın Haydar Göfer , "Sevgili Hocam" kitabını bana ilettiğiniz için…


17 Temmuz 2004

Zeynep Oral - www.zeyneporal.com

Müzikle yaşamak, Müzikle Ölmek…

İstanbul muhteşem. İstanbul müthiş, İstanbul olağanüstü.İstanbul gibisi yok. Bu temmuz ayında İstanbul tepeden tırnağa müzik kesilmiş, kentin neresine dokunsanız ses veriyor!


Aynı hafta içinde hem sıra dışı Cecilia Bartoli’yi , hem caz tarihinde efsneleşmiş Nat King Cole’un kardeşi Freddy Cole’u; hem de Arild Andersen –Nana Vasconcelos- Kudsi Erguner üçlüsünü dinlemek, kime , dünyadaki hangi kente nasip olur ki!!! Ama burası İstanbul! Burada olur! Büyülü kent İstanbul , insanı müzikle şaşkına çevirir, müzikle uçurur! Teşekkürler bizleri müzikle yücelten İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ve tüm sponsorları… Teşekkürler “İstanbul Jazz Center”…

(Şehirler içinde bir şehir Beyrut…Nice acılar, nice ölümler, nice savaşlardan sonra küllerinden yeniden doğan Beyrut… Ora insanlarının aşkla, tutkuyla, amansız bir çabayla, azimle, tırnaklarıyla etleriyle, canlarıyla, rüyalarıyla umutlarıyla, geçmişin yaralarını sarıp yeniden inşa ettikleri şehir… İstanbul’umla kanatlanırken yüreğim, Beyrut için paramparçayım. Aczimin önünde her bir parçam ayrı acı çekiyor… Ne korkunç bir dünyada yaşıyoruz!)

Aya İrini’nin sahnesinde Cecilia Bartoli sadece soprano ve mezzo-soprano, çok renkli, çok geniş spektrumlu sesiyle değil, tepeden tırnağa tüm bedeniyle, saçının her teliyle, gözleriyle , bakışlarıyla, teniyle , teninin her zerresiyle, tüm kişiliğiyle ve en çok ta kalp atışlarıyla söylüyor. Yaşamı söylüyor. Acılarıyla, sevinçleriyle, gözyaşları ve kahkahalarıyla hayatı söylüyor… O söylerken, sesi, yüreğinin pırpırlarına dönüşüyor; sesi , soluk olup hepimizi sarmalıyor. O solukla kanatlanıyoruz… Sesi, “entrüman” (çalgı) olup, yeryüzünün en ince , en hassas “ayarıyla” , ruhlarımızı yüceltiyor… İç organlarıyla söylüyor, nabzıyla söylüyor… Bedenindeki ve sesindeki titreşimler, bizleri bir kez daha yeryüzünün harikuladeliğine, insanoğlunun olağanüstülüğüne inandırıyor. Onunki artık yorumculuk değil, yaratıcılık! İnsanın yaratıcı gücüyle coşuyoruz… Freiburg Barok Orkestrasının tüm elemanlarına gösterdiği sevgi ve saygı, onlarla kurduğu muhteşem ilişki, orkestranın her elemanını kucaklayışı, onları yüceltişi , alçakgönüllüğü, kişiliğini ortaya koyuyor. Zaten konser boyunca tüm izleyicileri de kucaklıyor…İyi ki yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum…

(Lübnan’da insanlar ölüyor. Parçalanmış çocuk bedenleri, anaların gözyaşları, dünya büyüklerine hiç bir şey ifade etmiyor. Her ülke kendi vatandaşlarını, cehenneme dönüşmüş Lübnan’dan bir an önce çıkarmaya, kaçırmaya uğraşırken, geride kalanları, kendi seçmedikleri, kendi istemedikleri, neden olmadıkları ölüm çemberine mahkum ediyor. Ya İsrail vahşetine, saldırganlığına ve bombalarına, ya da Hizbullah terörüne… )

Ortaköy’de, Freddy Cole piyanonun başında şarkılarıyla en çok aşkı söylüyor. Dinleyicileri “eski”lere götürüyor, unutulmaz bir gece yaşatıyor. Siyah ses geleneğinin, ağabeyinin dillerden düşmeyen şarkılarının ve farklı bestelerin izini sürüyor. Fizik olarak da Nat King Cole’e benziyor. Sanki onun yaşlısı. 70’inin üzerinde olmalı. “King” yaşlanmaya fırsat bulamamıştı. Freddy Cole’un ses rengi farklı , kendine özgü. Billie Holiday’i düşünmeden edemedim… Zaten, söylediği şarkılar içinde en çok alkış alanı , “Ben kardeşim değilim, ben , benim..”

(Yapmayın , etmeyin! Türkiye, İsrail değildir. Türkiye, İsrail olamaz, olmamalı! Milleti kışkırtmaktan vazgeçin! Şu sıralar başbakanından köşe yazarına, kim daha yüksekten atıp, oraya da gireriz buraya da diye Kurtlar Vadisi kahramanlarına özeniyor ve milleti galeyana getirip kışkırtıyorsa, daha çok alkış aldığının, daha “popüler” olduğunun farkında! Ama bu tutum, ne yitirdiğimiz gencecik çocukları geri getirir ne de terörü sonlandırır!)

Yine Aya İrini’deyim. Sahnede üç insan. Anadolu kültürünü , evrensel boyutlara taşıyan Kudsi Erguner, Norveçli ünlü caz Bascısı Arild Andersen ve Berzilyalı vurmalı sazlar “büyücüsü” Nana Vasconcelos… Yeryüzünün üç ayrı köşesinden gelip , ah nelerden, nerelerden geçerek ; birikimlerini damıta damıta bu sahnede buluşmuşlardı… Yeryüzünün, insanoğlunun ve yaşamın muhteşemliğini, sonsuzluğunu, o ortak duyguyu, yaratıcılığın gücünü, bizlerle paylaştırdıklarında , kimilerinin dilinde hiç anlam taşımayan “medeniyetler buluşması” işte bu olsa gerek diyordum. Her birinin kendi bestesine, öteki ikisinin uyumu ; kendilerinden kattıklarıyla, yetenekleriyle, ustalıklarıyla, yaratıcılıklarıyla tarihi ve coğrafyayı, zamanı ve mekanı yeniden yaratmaları keşke, ah keşke dünyaya örnek olabilse… Biz ölümlü dinleyicileri , sonsuz sevgi, barış, dayanışma, uyum, saygı, adil bir yaşam üzerine düşünmeye yönelttiler…

Yaşamla ölüm iç içe… Geçen hafta boyunca müzikle yaşama sarıldım. Öldürenleri, müzikle lanetledim.

23 Temmuz 2007- Cumhuriyet

Zeynep Oral - www.zeyneporal.com


Müzikle yaşamak, Müzikle Ölmek…

İstanbul muhteşem. İstanbul müthiş, İstanbul olağanüstü.İstanbul gibisi yok. Bu temmuz ayında İstanbul tepeden tırnağa müzik kesilmiş, kentin neresine dokunsanız ses veriyor!

Aynı hafta içinde hem sıra dışı Cecilia Bartoli’yi , hem caz tarihinde efsneleşmiş Nat King Cole’un kardeşi Freddy Cole’u; hem de Arild Andersen –Nana Vasconcelos- Kudsi Erguner üçlüsünü dinlemek, kime , dünyadaki hangi kente nasip olur ki!!! Ama burası İstanbul! Burada olur! Büyülü kent İstanbul , insanı müzikle şaşkına çevirir, müzikle uçurur! Teşekkürler bizleri müzikle yücelten İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ve tüm sponsorları… Teşekkürler “İstanbul Jazz Center”…

(Şehirler içinde bir şehir Beyrut…Nice acılar, nice ölümler, nice savaşlardan sonra küllerinden yeniden doğan Beyrut… Ora insanlarının aşkla, tutkuyla, amansız bir çabayla, azimle, tırnaklarıyla etleriyle, canlarıyla, rüyalarıyla umutlarıyla, geçmişin yaralarını sarıp yeniden inşa ettikleri şehir… İstanbul’umla kanatlanırken yüreğim, Beyrut için paramparçayım. Aczimin önünde her bir parçam ayrı acı çekiyor… Ne korkunç bir dünyada yaşıyoruz!)

Aya İrini’nin sahnesinde Cecilia Bartoli sadece soprano ve mezzo-soprano, çok renkli, çok geniş spektrumlu sesiyle değil, tepeden tırnağa tüm bedeniyle, saçının her teliyle, gözleriyle , bakışlarıyla, teniyle , teninin her zerresiyle, tüm kişiliğiyle ve en çok ta kalp atışlarıyla söylüyor. Yaşamı söylüyor. Acılarıyla, sevinçleriyle, gözyaşları ve kahkahalarıyla hayatı söylüyor… O söylerken, sesi, yüreğinin pırpırlarına dönüşüyor; sesi , soluk olup hepimizi sarmalıyor. O solukla kanatlanıyoruz… Sesi, “entrüman” (çalgı) olup, yeryüzünün en ince , en hassas “ayarıyla” , ruhlarımızı yüceltiyor… İç organlarıyla söylüyor, nabzıyla söylüyor… Bedenindeki ve sesindeki titreşimler, bizleri bir kez daha yeryüzünün harikuladeliğine, insanoğlunun olağanüstülüğüne inandırıyor. Onunki artık yorumculuk değil, yaratıcılık! İnsanın yaratıcı gücüyle coşuyoruz… Freiburg Barok Orkestrasının tüm elemanlarına gösterdiği sevgi ve saygı, onlarla kurduğu muhteşem ilişki, orkestranın her elemanını kucaklayışı, onları yüceltişi , alçakgönüllüğü, kişiliğini ortaya koyuyor. Zaten konser boyunca tüm izleyicileri de kucaklıyor…İyi ki yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum…

(Lübnan’da insanlar ölüyor. Parçalanmış çocuk bedenleri, anaların gözyaşları, dünya büyüklerine hiç bir şey ifade etmiyor. Her ülke kendi vatandaşlarını, cehenneme dönüşmüş Lübnan’dan bir an önce çıkarmaya, kaçırmaya uğraşırken, geride kalanları, kendi seçmedikleri, kendi istemedikleri, neden olmadıkları ölüm çemberine mahkum ediyor. Ya İsrail vahşetine, saldırganlığına ve bombalarına, ya da Hizbullah terörüne… )

Ortaköy’de, Freddy Cole piyanonun başında şarkılarıyla en çok aşkı söylüyor. Dinleyicileri “eski”lere götürüyor, unutulmaz bir gece yaşatıyor. Siyah ses geleneğinin, ağabeyinin dillerden düşmeyen şarkılarının ve farklı bestelerin izini sürüyor. Fizik olarak da Nat King Cole’e benziyor. Sanki onun yaşlısı. 70’inin üzerinde olmalı. “King” yaşlanmaya fırsat bulamamıştı. Freddy Cole’un ses rengi farklı , kendine özgü. Billie Holiday’i düşünmeden edemedim… Zaten, söylediği şarkılar içinde en çok alkış alanı , “Ben kardeşim değilim, ben , benim..”

(Yapmayın , etmeyin! Türkiye, İsrail değildir. Türkiye, İsrail olamaz, olmamalı! Milleti kışkırtmaktan vazgeçin! Şu sıralar başbakanından köşe yazarına, kim daha yüksekten atıp, oraya da gireriz buraya da diye Kurtlar Vadisi kahramanlarına özeniyor ve milleti galeyana getirip kışkırtıyorsa, daha çok alkış aldığının, daha “popüler” olduğunun farkında! Ama bu tutum, ne yitirdiğimiz gencecik çocukları geri getirir ne de terörü sonlandırır!)

Yine Aya İrini’deyim. Sahnede üç insan. Anadolu kültürünü , evrensel boyutlara taşıyan Kudsi Erguner, Norveçli ünlü caz Bascısı Arild Andersen ve Berzilyalı vurmalı sazlar “büyücüsü” Nana Vasconcelos… Yeryüzünün üç ayrı köşesinden gelip , ah nelerden, nerelerden geçerek ; birikimlerini damıta damıta bu sahnede buluşmuşlardı… Yeryüzünün, insanoğlunun ve yaşamın muhteşemliğini, sonsuzluğunu, o ortak duyguyu, yaratıcılığın gücünü, bizlerle paylaştırdıklarında , kimilerinin dilinde hiç anlam taşımayan “medeniyetler buluşması” işte bu olsa gerek diyordum. Her birinin kendi bestesine, öteki ikisinin uyumu ; kendilerinden kattıklarıyla, yetenekleriyle, ustalıklarıyla, yaratıcılıklarıyla tarihi ve coğrafyayı, zamanı ve mekanı yeniden yaratmaları keşke, ah keşke dünyaya örnek olabilse… Biz ölümlü dinleyicileri , sonsuz sevgi, barış, dayanışma, uyum, saygı, adil bir yaşam üzerine düşünmeye yönelttiler…

Yaşamla ölüm iç içe… Geçen hafta boyunca müzikle yaşama sarıldım. Öldürenleri, müzikle lanetledim.

23 Temmuz 2007- Cumhuriyet



Bu Cennet Bu CehennemBu Cennet Bu Cehennem'i bir solukta, severek ve yazarın şarkısına katılarak, insanımıza karşı duyduğu sevgiyi paylaşarak okuyacaksınız.

Devam

Katmandu'dan Meksika'ya

Katmandu'dan Meksika'yaYazar, Katmandu'dan Yemen'e, Pakistan'dan İrlanda'ya, Altay Dağları'ndan Prag'a, Polonya'dan Meksika'ya yürek atışlarının peşinden giderken, ilgisini insana ve topluma yöneltiyor..




Uzakdoğu'mUzakdoğu'm, yazarın keşfetme ve öğrenme tutkusu, keskin gözlemciliği, ustalıklı ve şiirsel anlatımı, sıcak biçimiyle kanatlanan, düşünsel, düşsel ve görsel zenginliği olan bir yolculuk...

Devam